Crab Nebula: A Star's Spectacular Death (NASA, Chandra, 10/24/06)

Okuma süresi: 13 Dakika

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNESİNE GETİRİLMESİ!

Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti.

Zâtında görülen gariblikler, hele göğsünün yarılması hâdisesi, Hz. Halime’yi bütün bütün düşündürmeye ve telâşlandırmaya başladı. Hattâ, artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan herhangi bir hâdisenin gelmesinden korkuyordu.

İşte, bu düşünce, endişe ve korku, Halime ve kocası Haris’i şu kararı almaya mecbur etti:

“Başına bir iş gelmeden, bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz!”

Halime’nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki? Nihayet, Nur Çocuk, kendisine muvakkaten emanet edilmişti! Emanete el koyacak hâli yoktu ya!

Sa’d Oğulları yurduna dört sene ışık saçan Saadet Güneşi, şimdi süt annesi tarafından Mekke’ye getiriliyordu. Burada bir başka haşmetle, bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye!

Halime ve kocası Mekke’ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözlerden kayboldu. Halime ve kocasında bir telâş başladı. Bütün aramalara rağmen onu bulamadılar. Gidip, dedesi Abdûlmuttâlib’e haber verdiler.

Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına döndü. Üzgün ve telâşlı, aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta Efendimiz görünmüyordu. Abdûlmuttâlib, çaresiz, ellerini açarak yalvardı: “Allah’ım! Ne olur Muhammed’imi bana geri ver!”

Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocukla görünüverdiler. Bunlar, Varaka b. Nevfel ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdûlmuttâlib, hasretini çektiği Saadet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kâbe’ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.1

Bilâhare, Abdûlmuttâlib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saadet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekke’lilere güzel bir ziyafet çekti.

Artık, Peygamber Efendimiz, azîz annesinin sıcak kucağında, şefkatli kolları arasında, mes’ud ve mütevazi evinde idi.

Sütanne Halime, Saadet Güneşini Mekke’de bırakıp yurduna döndü. Fakat, ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördüğünde, “Anneciğim!” diye, saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.

Aradan uzun zaman geçecek, yine Sa’d Oğulları yurdunu, bir yıl, kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan Hâlime, çıkıp Mekke’ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek isteyecektir.

Kâinatın Efendisiyle görüşen Halime, kendisine yurdundaki kıtlık ve kuraklıktan şikâyet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadirşinas ve hayırsever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhal Halime’ye 40 koyun, binmek ve yüklerini taşımak için bir de deve verir.

Yine bir hayır ve vefa örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeyma idi. Sa’d Oğulları yurdunda, Şeyma ile çok tatlı günler geçmişti.

Bu tatlı hâtıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşında, Şeyma da, Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şeyma, kendisini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber Efendimiz tarafından mazhar oldu.

Peygamber Efendimiz, Sa’d Oğulları yurdunda sütanne Halime’nin yanında geçen günlerinin hâtıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:

“Ben, aranızda en hâlis Arab’ım. Çünkü, Kureyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa’d b. Bekir yanında süt emdim ve lisanım da onların lisanıdır.”2

PEYGAMBER EFENDİMİZ ANNESİNİN YANINDA

Nebîyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halime tarafından annesi Hz. Âmine’ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı.

Takvim yaprakları, Milâdî 575 yılını gösteriyordu!

Azîz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme göç eden kocası Abdullah’ın ayrılık acısı, ızdıraptan bir yumak gibi oturmuştu. Bu ızdırabı az da olsa hafifleten tek tesellî kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed (s.a.v.).

Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret ediyordu!

Peygamber Efendimiz, Mekke’deki mütevazi evin ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele, temizliğe dikkat edişine azîz annesi hayrandı!

O, sadece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever ve hürmetkar idi. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dolaşmaya âdeta can atarlardı.

Evet, Cenâb-ı Hakk, peygamberlik yüksek ve kudsî vazifesiyle memur edeceği Resûlünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel surette terbiye ediyordu!

BABA KABRİNİ ZİYARET

Kâinatın Efendisi, altı yaşında.

Bu sırada Hz. Âmine’nin içine Medine’yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı; Abdûlmuttâlib’in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy b. Neccar Oğullarını görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar kocasının kabrini ziyaret etmekti.

Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke’den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen’le birlikte hareket etti. Âmine’nin âlemi şen ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübarek eve kavuşmayacakmış gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke’ye bakıyordu!

Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye vardılar. Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga’nın evine indiler.

Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan azîz kocasının kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları, Abdullah’ın kabrinin toprağını bol bol suladı.

Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla damla gözyaşı serpti.

Sanki, bu damlalar, Hz. Abdullah’a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu!

PEYGAMBERİMİZİN, YAHUDİ ÂLİMLERİNİN DİKKATİNİ ÇEKMESİ!

Medine’de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen’le kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhanî kıyafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberimiz, bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.

Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen’e yaklaşarak sordular: “Bu çocuğun adı nedir?”

Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini göz önünde bulundurarak, “Niçin soruyorsunuz?” dedi.

Adamlar itimat telkin eder şekilde konuştular: “Bizim tanıdığımız bir çocuğa benziyor da onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı nedir?”

Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kimseler olmadığı kanaatine varınca, “Onun adı Ahmed’dir.” dedi.

İki Yahudî, bu cevap üzerine, aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Eymen’e yalvardı: “Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?”

Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı? Fakat, adam bu tereddüdü şu sözleriyle izale etti:

“Bizler,” dedi, “iyilikten başka bir şey düşünmeyen insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden, çağırmanı istiyoruz.”

Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp geldi.

Peygamberimizi görür görmez iki Yahudî de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar.

Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini, Ümmü Eymen duydu:

“İşte, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu şehir de onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır.”3

Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.

Yine, rivayete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi, bu ziyareti esnasında Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.4

HZ. ÂMİNE’NİN EBEDÎ ÂLEME GÖÇÜ

Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine’de bir ay kaldıktan sonra, Mekke’ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.

Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evlâdı ve Ümmü Eymen…

Hepsinin de mânâ âleminde bir başkalık vardı. Azîz anne ve şerefli evlâdının ruhlarını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.

Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine’nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, azîz annesinin bu gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.

Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hz. Âmine anîden rahatsızlandı. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen’i bir telâş kapladı. Gittikçe şiddetini artıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?

Ebva Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çâre yoktu. Hz. Âmine’nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak anîden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.

Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu.

Bir ara, Peygamberimiz, kendini toparlayarak, “Nasılsın anneciğim?” diye sordu.

Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için, “İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok.” diye cevap verdi.

Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara “Su” dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, azîz annesine suyu yetiştirdi.

Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerparesinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan sîmasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı!

Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup, başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.

Hz. Âmine’nin ruh ve kalbinde feryadlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi. Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok, bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu! Ama ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader’in değişmez hükmüydü!

Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı; ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:

“Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah’ın yardım ve ihsanıyla 100 deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu! Allah, seni azîz ve devamlı kılsın. Eğer rüyada gördüklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından Âdem Oğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Allah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zeval bulur. Her şey fânidir, gider. Evet, ben de öleceğim. Fakat, ismim ebedî yâdedilecektir. Çünkü, tertemiz bir evlâd doğurmuş, arkamda hayırlı bir yâdedici bırakmış bulunuyorum.”5

Acıklı ve âdeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmine’nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah’a teslim etti.

Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva Köyü. Tarih, Milâdî 576…

Hz. Amine’nin Defni

Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdeta dilleri tutulmuştu. Konuşan, sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.

Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve azîz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. “Üzülme, ağlama, canım Muhammed’im!” dedi, “İlâhî Kader’e karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır.”

Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, “Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat, anne yüzü, unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum.” dedi; sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen’e, “Haydi, o, emaneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na’şını toprağa teslim edelim, rahat etsin.” dedi.

Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine’nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için kim bilir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!

Definden Sonra

Annesiz kalan Dürr-i Yetim’i Mekke’ye götürmek vazifesi, dadısı Ümmü Eymen’e düştü.

Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evlâdıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, âdeta onu bir anne kabul ederek, “Anne, anne!” diye çağırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise, “Annemden sonra annem!” diyerek iltifatta bulunuyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında “Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!” buyurduğu Ümmü Eymen’i, daha sonra âzad ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd b. Harise’yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.

Peygamberimizin Hayatı / Salih Suruç

  1. İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 176. ↩︎
  2. İbn-i Hişam, A.g.e., c. 1, s. 176; İbn-i Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 113; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96. ↩︎
  3. İbn-i Sa’d, Tabakat, c, 1, s. 116. ↩︎
  4. İbn-i Sa’d, A.g.e., c. 1,s. 116. ↩︎
  5. İsfahanî, Delâilû’n-Nübüvveh, s. 119. ↩︎