Okuma süresi: 7 Dakika
Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü yeğeni Peygamberimizden âdeta ayrılmaz bir parça hâline gelmişti. Kendisinde gittikçe kuvvet peyda eden kanaat şuydu:
“Bu yeğenim, ileride büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır!”
Bu sebeple, Peygamberimiz üzerinde himayesini son derece dikkatli ve şuurlu bir şekilde sürdürüyor, âdeta bir dediğini iki etmiyordu.
Artık, Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuştu. Kalb ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler, suretini de fevkalâde güzel şekillendirmişti: Ortadan uzun boylu, siyah dalgalı saçlıydı. Açık ve yüksek alınlı, kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın, fakat bitişik değildi. Göz bebekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah kirpikleri, bakışlarına apayrı bir tatlılık verirdi.
Kader-i İlâhî, onu ezelden “İnsanlığın Peygamberi” olarak takdir ve tâyin etmişti. Bu sebeple, o, Âlemlerin Rabbi’nin terbiyesi altında hayat seyrine devam ediyordu. Ondandır ki, bütün Arabistan’la birlikte Mekke’de de hüküm süren fısk, fücur, sefahet ve dalâletten, kötülük ve ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında görülmez.
Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette bulunmadı.
Kureyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli bir gününde Buvane adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada bulunurlar, yanında tıraş olurlar, kurban keserek büyük merasim tertiplerlerdi.
Yine, böyle bir merasim için bütün Kureyş hazırlanmıştı. Ebû Tâlib de onlar gibi aile efradını toplayarak merasime iştirak etmek istedi. Peygamber Efendimize de hazırlanmasını söyledi. Ancak, o, buna yanaşmadı ve mazur görülmesini istedi. Efendimizin bu davranışını, Ebû Tâlib ve halaları, taaccüple karşıladılar; hattâ, kızar gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarladıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz yine red cevabı verdi. Bunun üzerine kızarak, “İlâhlarımızdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolayı bir felâkete uğrayacağından korkuyoruz!” dediler.
Bunu demekle de iktifa etmediler; üzerine öylesine vardılar ki, Sevgili Peygamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye istemeye, sadece amcası Ebû Tâlib’in ve halalarının hatırını kırmamak için kendilerini takibe razı oldu. Fakat, putun yanına varır varmaz, nur yüzlü Efendimizin bir ara ortadan kaybolduğunu farkettiler. Bir müddet sonra yanlarına gelince onu müthiş bir hâl içinde gördüler: Benzi sararmış, her hâlinden korktuğu belli idi.
Amcası ve halaları, kendisine sordular: “Ne oldu sana? Neye uğradın?”
Sevgili Efendimiz, şu cevabı verdi: “Bana bir fenalık gelmesinden korktum!”
Onlar, “Allah, sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?” dediler.
Bu sefer Peygamberimiz, şunları anlattı:
“Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş biri orada peyda oldu. bana ‘Yâ Muhammed! Geri çekil, sakın o puta el sürme!’ diye haykırdı.”1
Bu vak’adan sonra, Resûlullah Efendimiz, herhangi bir sebep ve saikle putların yanına uğramadı ve onların bu bayram ve merasimlerine hiçbir zaman katılmadı.
Evet, risâlet vazifesiyle memur edilir edilmez eline tevhid bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve gençliğinde de tevhid inancının zıddı olan şirkten ve putperestlikten uzak, tertemiz bir hayata sahip bulunacaktır.
Cenâb-ı Hakk, Sevgili Resûlünü, henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkalı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü çirkinlikten koruyor ve onu hususî bir murakabe altında terbiye ediyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de,
اَدَّبَنِي رَبِّي فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِي
“Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti!”2 sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.
İnsaflı müsteşrikler de, her şeye rağmen bu hususu inkâr edememişlerdir. Sir W. Miur, “Muhammed’in Hayatı” isimli eserinde, şu itirafta bulunmaktan kendini alamaz:
“Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta üzerinde ittifak eder. O da, onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir!
DÖRDÜNCÜ FİCAR MUHAREBESİ VE EFENDİMİZ
Peygamberimiz 20 yaşında iken, Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.3
İslâm’dan evvel, Câhiliyye devrinde, Arablar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan dâvalarının ve her türlü hırsızlık ve yolsuzluk olaylarının ardı arkası kesilmiyordu. Kalbleri şefkat ve merhametten mahrum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak insanlardan, birbirini kırıp geçmekten başka zâten ne beklenebilirdi?
Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları, öteden beri Arablarca mukaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı. Bunun için de “haram aylar” adıyla anılıyorlardı.
İşte, Ficar Muharebeleri, bu aylardan birinde vuku bulduğu ve iki taraf arasında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâb edildiği, kan döküldüğü için bu ismi almışlardı.4
Arablar arasında Ficar Muharebeleri, dört kere meydana gelmişti.
Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi, henüz 10 yaşlarında bulunuyordu.5
Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında oldukça basit ve ehemmiyetsiz hâdiseler yüzünden meydana gelmişti.
Birinci Ficar Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukâz Panayırında uzanmış olarak, “Arab’ın en şereflisi benim!” sözü üzerine Havazin Kabilesinden birinin bunu kendisine hakaret kabul edip, kılıcını çekerek, övünen adamın ayağını yaralaması sebebiyle Kinane ve Havazinliler arasında vuku bulmuştu.
İkincisi, yine Ukâz Panayırında bir kadına sataşmak yüzünden Kureyş ile Havazin Kabilesi arasında patlak vermişti.
Üçüncüsü, Kinâne Oğulları Kabilesinden bir adamın, Âmir Oğulları Kabilesinden birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzatması sebebiyle Kinâne ve Havazin Kabileleri arasında meydana gelmişti.
Peygamberimizin 20 yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Ficar Muharebesi ise, Kureyş ve Kinâne Oğulları ile Kays-ı Aylan Kabileleri arasında, Kinâneli Barraz b. Kays adındaki adamın Kays-ı Aylan [Havazin] Kabilesinden Urve nâmındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.6
Kureyşliler, Kinâne Oğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı.
Ukâz Panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesine Ebû Tâlib, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Ancak, Kureyş Kabîlesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirak etmek mecburiyetinde kaldı.
Muharebe sırasında, Ebû Tâlib’in, azîz yeğeni Efendimizi bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivayet edilmiştir. Ancak o, sadece atılan düşman oklarını toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir.7
Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraftar, nihayet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla ise diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek, böylece de harb son bulmuş olacaktı.
Sayım neticesinde, Kays-ı Aylan’ların ölüleri 20 kadar fazla çıktı. Kinâne Oğulları ve Kureyşliler tarafından bu 20 kişinin diyeti ödenerek, Fil Tarihinden 20 yıl sonra vuku bulan bu kanlı çarpışma da böylece nihayet buldu.8
Peygamberimizin Hayatı / Salih Suruç
- İbni Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 158; Halebî, İnsanû’l Uyûn, c. 1, s. 164. ↩︎
- Abdurrahmân Münavî, Feyzû’l Kadir, c. 1, s. 224. ↩︎
- İbni Hişam, Sîre, s. 198; İbni Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128. ↩︎
- İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 195. ↩︎
- İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 196. ↩︎
- İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 196-197; İbni Sa’d, A.g.e., c. 1, s. 126-128. ↩︎
- İbni Hişam, A.g.e., c. 1, s. 198. ↩︎
- İbni Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128; Taberî, Tarih, c. 1, s. 201. ↩︎