Okuma süresi: 8 Dakika
ABDULLAH
Abdullah, Abdûlmuttâlib’in erkek çocuklarından sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.
Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne hârika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahsetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.
Abdûlmuttâlib’in, Oğullarıyla Konuşması
Artık oğullarının 10’u da büyümüştü.
Va’dini unutmayan Abdûlmuttâlib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular: “Peki nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?”
Abdûlmuttâlib, böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:
“Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!”
İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti; üzerine kendi İsmini yazdıktan sonra, babasına uzattı.
Okları toplayan Abdûlmuttâlib, doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.
Böyle durumlarda, Kureyş, bu usûle başvururdu.
Kur’a Çekilişi
Kâbe’nin yanına varan Abdûlmuttâlib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki 10 oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde 10 ciğerparesinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: “Abdullah!..”
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: “Abdullah.”
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an “Olamaz!” diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözü hatırlayarak, çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde, yüzünü Kâbe’den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.
Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur’a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Abdûlmuttâlib’in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan oğlu Abdullah’ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:
“Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti!”
Abdûlmuttâlib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu: “Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?”
Abdûlmuttâlib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Naile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmail’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdûlmuttâlib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: “Ey Abdûlmuttâlib! Ne yapmak istiyorsun?”
Abdûlmuttâlib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: “Onu kurban edeceğim!”
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler. “Ey Abdûlmuttâlib!” dediler, “Bu nasıl olur? Sen ki Mekke’nin büyüğüsün. Böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?”
Bütün kalabalık, Abdûlmuttâlib’in aleyhindeydi. Hattâ, hisleri, duyguları da… Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah’ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah, onun istediğini vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O’na karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğire ortaya atıldı ve, “Ey Abdülmuttâlib!” dedi, “Vallahi, meşru bir mazeret olmadıkça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!”
Abdülmuttâlib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.
Kureyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce, bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:
“Ey Abdülmuttâlib! Abdullah’ı al, Şam’a git! Orada bir kadın var: Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çâre bulur. Elbette senin için de bir çâre bulur. ‘Abdullah boğazlanacak.’ derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çâre bulursa, ona göre hareket edersin!”1
Bu fikir, Abdûlmuttâlib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular.
Abdülmuttâlib, durumu olduğu gibi anlattı. Kadın sordu: “Sizde bir insanın diyeti nedir?” Abdülmuttâlib, “On deve.” dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, “Gidin, 10 deve hazırlayın. Çocukla 10 deveyi alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise 10 deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz.” dedi.2
Ortaya konan çâreyi uygun bulan Abdûlmuttâlib, sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdûlmuttâlib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.
Kur’a Neticesi
Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi.
Abdûlmuttâlib, biricik oğlu Abdullah’ı ve 10 deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile 10 deve arasında kur’a çekilecekti.
Abdûlmuttâlib, sevinç içinde, memura, “Çek!” dedi.
Çekilen ok Abdullah’a çıktı!
Develerin sayısını 20’ye çıkardılar.
Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi!
Develer 30’a çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti.
Develer 40 oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı.
Elli oldu. Ok Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu!
Altmış, 70, 80, 90 oldu. Ok, ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu! Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.
Abdûlmuttâlib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet, develerin sayısı 100’ü buldu.
Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü, ok, develere çıkmıştı!
Herkes gibi Abdûlmuttâlib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
“Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim; tâ ki kalbim mutmain olsun!”
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.
Bu sevincini Abdûlmuttâlib, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.
Böylece, Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdûlmuttâlib, 100 devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.
O günden itibaren, Kureyşliler ve Arablar arasında, bir insan diyetinin 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.3
Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.4
Peygamberimizin Hayatı / Salih Suruç