Okuma süresi: 8 Dakika

Kur’anın felsefî mesail-i kevniyenin bir kısmında ihmal ile, bir kısmında ibham ile, öteki kısmında icmal ile işaret ettiği derece-i i’cazı “Altı Nükte” zımnında izah ediyoruz.

Birinci Nükte:

S: Ne için Kur’an da, hikmet ve felsefe gibi kâinattan bahsetmiyor? Devamını okuyabilirsiniz…

Bu yazı serimizde inşaallah Kur’an’ın evren hakkında neden bilimsel bir şekilde konuşmadığını öğreneceğiz. Her zaman olduğu gibi, böyle önemli bir meselenin cevabını yine, Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur vasıtasıyla vermeye çalışacağız.

Evet bu konu başka yerlerde de izah edildiği halde, cevabımızın ana metni olarak yukarıda, devamı olan yeri seçtik. Dilerseniz önce yukarıdaki linke tıklayıp metnin tamamını okuyabilirsiniz. Şimdi inşaallah cevabımıza geçelim.

Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ul Beyan, fen ve felsefeye ait evrensel meselelerin bir kısmını ihmal edip hiç anlatmamıştır. Bir kısmının üzerini kapalı tutarak müphem bırakmıştır. Öteki diğer kısımdan ise icmal (yüzeysel bir şekilde) ile bahsetmiş. Kur’an’ın evrensel meseleler hakkında yaptığı bu üç tarz, onun Allah’ın kelamı olduğuna delildir. Bu üç kısmın örneklerini gelecek olan diğer yazılarda veririz.

Bu şüpheyi yayan dinsizler, bu soru ile ehl-i imanın, imanını çalmayı hedef edinmişken, üstadımızın burada aynı meseleyi Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna ve harika olduğuna dair delil olarak getiriyor. Risale-i Nur’da bunu çok kez görüyoruz. Ehl-i ilhad ve fennin Kuran’da eleştirdiği ve itiraz ettiği meseleleri öyle bir beyan etmiş ki, kusur zannettikleri noktalardan Kur’an’ın mucize olduğunu ispatlamış. Buradaki cevabı da aynen o tarz iledir. Kur’an kainata dair meselelerde bilim adamlarının bahsettiği gibi bahsetmemiş. Şimdiki bazı insanlar bundan dolayı Kur’andan şüphe ediyorlar. Fakat bu bahsediş tarzı Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna delildir. Nasıl olduğunu okuyacağız.

S: Ne için Kur’an da, hikmet ve felsefe gibi kâinattan bahsetmiyor?

Hikmet ve felsefeyi, bugünkü tabirle kısaca bilim diye anlayalım. Yani Kur’an kainattan niçin bilimin (daha doğrusu bilim adamlarının) bahsettiği gibi bahsetmiyor?

C: Felsefe hakikattan udûl etmiş, kâinata mana-yı ismiyle bakarak, kâinatı kâinat hesabına istihdam ediyor. Kur’an ise, Haktan hak ile nâzil olmuş, hakikata gidiyor. Mevcudata mana-yı harfiyle bakarak Hâlıkının hesabına istihdam ediyor.

Burada iki tane tabir kullandı. Mana-yı ismi ve mana-yı harfi. Bu iki tabiri inşaallah başka zaman ayrıntılı bir şekilde anlatırız. Şimdi sadede dönelim. Cevap olarak keskin bir ayrım yaparak, meselenin önce temelini ve asıl sebebini söyledi. İlerleyen kısımlarda bunun başka gayelerini de anlatacak. Fakat en başta bilmemiz gereken temel nokta şu:

Felsefe hakikattan ayrılıp uzaklaşmış. Hakikattan uzaklaştığının göstergesi ise; kainata, kainatın kendisi hesabına bakmasıdır. Çünkü, felsefenin veya şimdiki bilimin kainata bakış açısı, hakikatın kaidelerine uymuyor. Mesela, sanatlı bir eser sanatkarsız olmaz. Düzenli bir yer, düzenleyicisiz olamaz. Bir yerleşke idarecisiz olamaz. Olsa karışıklık çıkar.

Bu ve buna benzer daha bir çok kesin ve tartışılmaz kaideler varken ve bunu bilim adamları da bildiği halde, aynı durum kainat için olunca kainatın sahibini görmezden geliyorlar. Kainatın ne kadar sanatlı olduğu malumdur. Yüzbinlerle hayvan ve bitki türleri ve adeta saray gibi olan gökyüzü cisimleri her biri birer sanat harikasıdır. En küçüğünden en büyüğüne kadar bu sanatlı yapılış elbette bir Sanatkarının olduğuna birer birer ve hep beraber çok kuvvetli bir delildir. Hem Bilim adamlarının, bilim yapabilmesi kainatın yine bir düzen içinde olmasından kaynaklanıyor. Kainatın “sabit”lerle dolu olması ve bunların kainatın ilk gününden şimdiye dek hiç sapmaması kâinatta asıl olanın “kaos” değil, “düzen” olduğuna çok delillerden bir delildir. Hem yine bu kainatın düzenli olması idare edenin tek bir zat olduğuna işaret ediyor.

İşte kainatta böyle kesin bir hakikat varken bilim adamlarının bunu görmezden gelmesi ve hatta bazılarının daha da ileriye gidip “tanrıya ihtiyaç yok” gibi ahmakane söylemleri ve kainatı Allah’ın yaratması olduğunu kabul etmeyip, kabulü mümkün olmayan masalvari (mesela çoklu evren ve paralel evren teorileri gibi) kabulleri ve Allah’a vermekte zorlandıkları sınırsız gücü doğaya vermekte çekinmemeleri ve daha nice imkansızlıkları akıllarına sığıştırmaları, bilimin hakikattan ne kadar uzaklaştığını gösterir. Hakikata ulaşmak için çabalıyoruz diyenlerin, böylesine basit bir meselede yaptıkları hata insanı hayrete düşürüyor.

Kur’an ise Hak olan Allah’tan hak olarak inmiş. Hakikata doğru gidiyor. Niçin? Çünkü, bu kâinatın sahibsiz olamayacağını ve kainatın kendisi hesabına değil, yaratanının hesabına çalıştığını bize ders veriyor. Kainattan bahsederken, kainat için bahsetmiyor. Kainattan, kainatın sahibi için bahsediyor. Yani Allah’ın tenezzül edip bizi muhatap alarak yaptığı konuşması olan Kur’an-ı Kerimde, kainat ile alakalı bahislerde bize kendisini tanıtıyor.

Mesela, “Güneşi size bir lamba yaptım.. Ayı size bir kandil yaptım.. Geceyi size dinlenme kıldım.. Gündüzü çalışmanız için ayarladım.. Dağları yerküreye birer kazık yaptım.. Yağmuru buluttan size rahmet olarak indiriyorum.. Sizin için çok menfaatli olan demiri indirdim.. Sağmal hayvanlardan, fışkı ve kan ortasından sizin için saf ve beyaz bir süt gönderiyorum.. Zehirli bir hayvandan size çok şifalı bir balı yapıp gönderiyorum…” gibi daha birçok ayette kainattan bahsederken, kainatı adeta bizim için bir ev gibi düşündürüp bize ihsan ettiği nimetlerden bahsediyor. Böyle bir Allah’a şükrünüzü yapın, diye bize emir veriyor.

Şimdi bilim ile Kur’an’ın kainattan bahsedişi arasındaki farkı, şöyle bir örnekle daha iyi anlarız. Risale-i Nur’un On ikinci Sözünde verilen çok güzel bir temsil var. Biraz uzundur, bu yazı daha fazla uzamasın diye size havale ediyorum. Buradan ulaşabilirsiniz.

Kısacık bir hülasası şudur: Bir padişah elindeki hazine ve defineleri ile Kur’an’ın manasına münasip ve onun mucizeliğini gösteren bir Kur’an yazar. Yazısında Kur’an’ın manalarına göre çeşit çeşit cevherler kullanır. Sonra bir âlim ve bir filozofa, yazdığı Kur’an hakkında bir kitap yazmalarını emreder. Sonra bu ikisi birer kitap yazar. Âlim olan kişi, padişahın yazdığı Kuran’daki cevherlere hiç kıymet vermez. Asıl kıymetli olan manasıdır, der ve ona göre güzel bir tefsir yazar. Filozof ise, arapçayı bilmediğinden ama çok iyi bir mühendis ve sarraf olduğundan Kur’an’ın manasıyla hiç meşgul olmayıp sadece dış görünüşüne bakarak Kur’an’ın maddesi ile alakalı çok ayrıntılı ve uzun bir kitap yazar. Daha sonra kitaplarını padişaha takdim ederler. Padişah âlimin yazdığı tefsiri çok beğenir. Çünkü asıl maksada uygun olarak yazmıştır. Filozof ise, uzun uzadıya bir kitap yazmış ama asıl istenen maksattan o kadar uzaklaşmış ki, padişahın hiç hoşuna gitmez. Kitabı yüzüne çarpıp huzurundan kovar.

İşte eğer bu temsili anladıksa, Kur’anın kainata bakış açısı ile felsefenin (yani şimdiki bilimin) kainata bakış açısı arasındaki uçurum farkı anlamış oluruz.

Peki şimdi soruyorum. Hakikat böyle iken, Kur’an kainattan bilimin bahsettiği gibi niçin bahsetsin?

Hem yine soruyorum. Kur’an’ın kainattan bahsedişi mi hakikata uygundur? Yoksa bilimin uzun uzadıya ayrıntılı bir şekildeki bahsedişi mi hakikata daha uygundur?

Hem yine, bilimin kendisi dahi kainat gibi basbas bağırarak “Allah var ve o Allah birdir…” diye bağırıp bize onu tanıttığı halde bilim adamlarının Allah’ı hiç hatıra getirmeden kainattan o şekilde bahsetmesi mi? Yoksa baştan sona, bize bu kainatın sahibini ve idare edicisini bize tanıtan Kur’an’ın kainattan bu şekilde bahsetmesi mi?

Bir sonraki yazımızda, Kur’anın kainattan bahsedişinin belagata ne kadar uygun olduğunu okuyacağız inşaallah.

Selam ve dua ile…