Okuma süresi: 8 Dakika
Hz. Abdullah’ın İffeti
Aynı gündü.
Herkes neticeden memnun, kur’a yerinden dağılıyordu. Abdûlmuttâlib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nevfel’in kız kardeşi Rukiyye idi. O da, kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda âhirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde, o âna kadar hiç kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâsebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, âdeta güzelliğini ve iffetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve fısıldadı:
“Delikanlı, biraz dursana!”
Abdullah durdu.
Kadın, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, “Babamla gidiyoruz.” diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. “Abdullah,” dedi, “benimle şimdi evlenir misin?”
Abdullah’ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.
Fakat, Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle câzib hâle getirdi. “Eğer” dedi, “benimle evlenmeyi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!”
Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:
“Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?”1
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık şöyle dursun, çok donuktu.
Abdullah sebebini sordu: “Ne oldu sana? Hâlin değişmiş!”
Rukiyye, “O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!” diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu.
Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal etmişti.
Aslında, Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti! Ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâla’nın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!
Hz. Abdullah’ın, Hz. Âmine’yle Evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdûlmuttâlib, bir an evvel onu mes’ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Abdûlmuttâlib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre Kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menaf’ın yanına vararak, kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:
“Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık! Âmine’nin annesi, geçenlerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş, aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz İbrahim’i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdûlmuttâlib’in oğlu Abdullah ile kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım! Sen de onu kabul et.’ dedi, Bugün sabahtan beri bu rüyanın tesiri altındayım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duruyordum!”
Bunları duyan Abdûlmuttâlib, sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla Kureyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah’a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise, bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes’ud aile yuvası kuruldu.2
Hz. Abdullah’ın Vefatı
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin farkettiği garib bir durum oldu: Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hz. Âmine, Kâinatın Efendisine hâmile idi.
Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.
Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti.
Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi vardı.
Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine’de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı.
Bu haberi alan Abdûlmuttâlib, derhal oğlu Haris’i Medine’ye gönderdi. Haris, Medine’ye varıncaya kadar her şey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccar Oğullarından Nabiğa’nın evinin avlusuna defnedilmişti.
Haris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda matem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah’ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sinesine alışı, Abdûlmuttâlib ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti.
Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hz. Âmine, hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:
Artık, Mekke’nin Betha kolu Hâşim Oğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşim Oğullarının şânından mahrum kalacak artık!
Ölümün dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.
Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.
Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
Ne yazık ki, ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi!3
Hz. Abdullah’ın Bıraktığı Miras
Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece mütevazi bir mîras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para.4
Fakat, geriye, Allah’ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)…
Peygamberimizin Hayatı / Salih Suruç