Okuma süresi: 12 Dakika
ŞEYBE [ABDÛLMUTTÂLİB]
Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine “Şeybe” ismini vermişlerdi. Abdûlmuttâlib, onun lâkabıdır; ancak daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.
Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe, küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları, diğer çocuklarla, Medine’de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti!
Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:
“Ben, Hâşim’in oğluyum! Ben, (Betha) Beyinin oğluyum! Okum elbette hedefini bulur!”
Seyre gelen büyükler, Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Haris bin Abdi Menaf Oğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim’in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke’ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttâlib’e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zekî bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttâlib, bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı. Şeybe’yi alarak Mekke’ye getirdi. Muttâlib, terkisinde yeğeni Şeybe’yle Mekke sokaklarına girerken sordular: “Bu çocuk kim?”
Göz değmesinden korkan Muttâlib’in ağzından, “Kölemdir.” sözü çıktı.
Evine gelince, karısı Hatice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı, “Kölemdir.” oldu.
Ertesi gün amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, “Abdûlmut-tâlib [Muttâlib’in Kölesi].” diye cevap veriyorlardı.
İşte, böylece o günden sonra, her ne kadar kim olduğu bilâhare ortaya çıktıysa da, Şeybe’nin adı “Abdû’l-Muttâlib [Muttâlib’in Kölesi]” olarak kaldı.1
Abdûlmuttâlib’in Rüyası
Aradan yıllar geçti.
Alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur, onu Kureyş’in reisliği makamına getirip oturttu.
Sıcak bir yaz günü idi.
Kâbe’nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât, kendisine şöyle seslendi:
“Kalk, Tayyibe’yi kaz!” Sordu: “Tayyibe nedir?” Fakat, o zât, sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti:
Uyanan Abdûlmuttâlib, heyecanlı idi. “Tayyibe” ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyaya bir mânâ veremeden merak içinde o gün ve geceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: “Kalk, Berre’yi kaz!”
Rüyasında şaşkına dönen Abdûlmuttâlib, yine sordu: “Berre nedir?”
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Abdûlmuttâlib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.
Ertesi gün idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, “Kalk,” dedi, “Mednune’yi kaz!”
Derin uykuda Abdûlmuttâlib, adama, “Mednûne nedir?” diye sordu, ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Abdûlmuttâlib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu; ama, mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdûlmuttâlib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
“Zemzem’i kaz!”
Abdûlmuttâlib, “Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca da adamın cevabı şu oldu:
“Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır!”2
Uyanan Abdûlmuttâlib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyayı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hâle getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu.3
Abdûlmuttâlib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagasıyla bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.
Abdûlmuttâlib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış, hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra, kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün yanına bir tek oğlu olan Haris’i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşlarıyla bir daire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdûlmuttâlib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdeta gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen, bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: “Allahü Ekber! Allahü Ekber!”
Abdûlmuttâlib ve Kureyş İleri Gelenleri
Abdûlmuttâlib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdûlmuttâlib’e, “Ey Abdûlmuttâlib! Bu, babamız İsmail’in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et.” dediler. Abdûlmuttâlib, “Hayır, yapamam.” dedi, “Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aramızdan ancak bana verilmiştir!”
Abdûlmuttâlib’in bu kesin cevabı, Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy b. Nevfel şöyle konuştu:
“Sen, yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?”
Bu söz, Abdûlmuttâlib’in âdeta içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler, onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
“Ya, demek sen, beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?”
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semâya doğru çevirdi ve, “Yemin ederim ki,” dedi, “Allah bana 10 erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim!”4
Abdûlmuttâlib’in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.
Şam’a Gidiş
Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nâzikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdûlmuttâlib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.
Hakemi tesbit ettiler: Şam’da oturan Sa’d b. Hüzeym…
Amcalarından birkaçını yanına alan Abdûlmuttâlib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yolu çıktı.
Ne var ki, henüz Şam’a varmadan İlâhî Kader onları durdurdu. Abdûlmuttâlib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu, kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeliydi. Abdûlmuttâlib’in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, “Suyumuz ancak bize yeter!” diyerek red cevabı verdiler.
Abdûlmuttâlib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.
Abdûlmuttâlib’in Su Aramaya Çıkması
Fakat, her şeye rağmen Abdûlmuttâlib, devesine atladı ve etrafta su aramaya koyuldu. Diğerleri ise, kendi ve yakın akrabalarının susuzluktan ölüp gidecekleri ânı bekliyorlardı.
Ama, ümitleri kursaklarında kaldı. Kâinatın Efendisinin mukaddes nurunu alnında taşıyan Abdûlmuttâlib, bir vadiden geçerken devesinin ayağı bir ara kuru otlar arasına gömülmüş irice bir taşa takıldı. Deve tökezledi, taş ise yerinden yuvarlandı. Yere düşmemek için devesine sımsıkı yapışan Abdûlmuttâlib, dönüp arkasına bakınca gözlerine inanamadı: Alev saçan çölde, yuvarlanan taşın çukurunda pırıl pırıl parlayan bir avuç su gördü!
Devesinden indi. Kılıcıyla taş kovuğunu genişletince su daha da gür akmaya başladı. Az zamanda önündeki çukurda fazlasıyla su birikmişti. Geri dönen Abdûlmuttâlib, sevinç çığlığı bastı: “Gelin! Hem size, hem hayvanlarınıza yetecek kadar su buldum!”
Hepsi, yeniden hayata kavuşmuş gibi sevindiler. Su başına giderek hem kana kana içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler.
Bir ara Abdûlmuttâlib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi: “Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın gelin!”
Kureyşliler, mahcup mahcup kaynağa yanaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz suyla doldurdular.
Kureyşliler, Zemzem Kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir eda içinde Abdûlmuttâlib’e dönerek, “Ey Abdûlmuttâlib!” dediler, “Artık sana diyecek bir sözümüz yok! Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz! Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!”
Ve, hakeme gitmeden, yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.5
Mekke’ye dönen Abdûlmuttâlib, oğlu Haris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı.
Kıymetli Mallar İçin Kur’a Çektiler
Zemzem Kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.
Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdûlmuttâlib’e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdûlmuttâlib’in başına dikildiler. “Ey Abdûlmuttâlib!” dediler, “Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var!”
Cömert ve sabırlı Abdûlmuttâlib, önce, “Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok.” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu: “Ben yine de size yumuşak davranayım! Aramızda kur’a çekelim!”
Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, “Peki, bu kur’ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?” diye sordular.
Abdûlmuttâlib, kur’ada takib edilecek usûlü anlattı: “İlk kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır!”
Bu usûl, tarafsız bir hâl çâresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdûlmuttâlib’in bu davranışını takdir ettiler. “Doğrusu,” dediler, “pek insaflı davrandın!”
Kâbe’nin içindeki Hülbel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu: Altından geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Abdûlmuttâlib’e düştü.6 Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Abdûlmuttâlib, kılıç ve zırhları dövdürüp saç hâline getirdikten sonra bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece, Kâbe’yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem Kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdûlmuttâlib’in yaşı kemâl yaş olan 40’a ayak basmıştı.
Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla erkek çocuklarının sayısı 10’u buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va’dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etme vaadi. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat, Abdullah çok daha başka idi.
Peygamberimizin Hayatı / Salih Suruç
- İbn-i Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 82-83. ↩︎
- İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 150-151. ↩︎
- Geniş bilgi için Bkz.: M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 229-232. ↩︎
- İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 160; Ibn-i Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 88; Taberî, Tarih, c. 1, s. 128. ↩︎
- İbn-i Hişam, Sîre, c. 1, s. 152-153; İbn-i Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 84. ↩︎
- İbn-i Hişam, Sîre, c. 1. s. 145-146; ibn-i Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 85.
Abdûlmuttâlib’in diğer (erkek) çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abdi Menaf), Zübeyr, Haris, Had, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb [Abdû’l-Uzza] (ibn-i Hişam, c. 1, s. 113; İbn-i Sa’d, c. 1, s. 88). ↩︎