Okuma süresi: 8 Dakika

Yeryüzünü manevî bir karanlık kaplamıştı. Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdeta mateme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalbler idi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilân edilmişti!

Yeryüzü, saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan “tevhid” inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.

İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hâle gelmişti.

Alem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu.

Akıl, ruh ve kalbleri manevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!

İşte, o zât geliyordu! Dünyanın manevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz insan, Allah’ın Son Peygamberi geliyordu!

Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (s.a.v.) geliyordu!

O An…

Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi.

Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsalsiz insana “hoş-âmedî”de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.

Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının 20’si. Fil Vak’asından 50 veya 55 gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi.

Mekke’de mütevazi bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti.

Bu mütevazi evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), dünyaya gözlerini açtı!

Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve matemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtılıverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde âdeta, “Doğdu ol saatte Sultanı Din/ Nura garkoldu semâvâtü zemin.” diye haykırdı.

Annesinin Dilinden…

Yeryüzünde hiçbir anneye nasîb olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan azîz anne Hz. Âmine, o mes’ud ânı şöyle anlatır:

“Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zât çıkıp dedi ki:

‘Ya Âmine! Bil ki, sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açma!’

“Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdûlmuttâlib, Kâbe’yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku kaygı adına hiçbir şey kalmadı.

Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi.”1

Azîz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır: “Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe’nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede. Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: ‘Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin; tâ ki mahlûklar, Muhammed’i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle tanısınlar!’ Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti.”2

Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam’ın saray ve köşklerini seyretmiştir.3

Şifa ve Fâtıma Hâtun’un Müşâhedeleri

Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, azîz annesinin yanında Abdurrahmân b. Avf’ın annesi Şifa Hâtun ile Osman b. Ebû’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı.

Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtun, o andaki müşahedesini şöyle anlatır:

“Allah’ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun.’ Maşrık ile mağrıb arası nurla doldu. Hattâ, Rum diyarının bazı saraylarını gördüm! Sonra, Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu. ‘Doğuya götürdüler’ diye cevap verildi.

“Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder etmez, hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îman dairesine girdim.”4

Fâtıma Hâtun ise, hâtırasında, o mes’ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdeta üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.5

Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, sünnetli ve dünyaya göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasıydı.* Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında nebîlik mührü “Hatem-i Nübüvvet” bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.

*Rivayet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine, kaynaklar, peygamberlerden Şit, İdris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselâm) hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler. Ashabtan Sâib b. Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin “Nübüvvet Mührü”yle ilgili olarak şöyle der:

“Çocukluğumda, teyzem beni Nebîyy-i Ekrem’in (s.a.v.) yanına götürüp, ‘Yâ Resûlallah! Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var.’ dedi. Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında, gerdek çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi olan Hatem-i Nübüvvet’i gördüm!”6

Hz. Ali de (r.a.), Resûl-i Ekrem’i tarif ve tavsif ederken, “İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu, kürekleri arasındaki peygamberlik hateminden belliydi.” der.

Abdûlmuttâlib’e Verilen Müjde…

Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdûlmuttâlib, Kâbe civarında Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaçıyla oturmuş, sohbet ediyordu.

Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdûlmuttâlib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib’e teslim ederek, “Bu çocuk, sana emanettir. Bu oğlumun şânı şerefi yüce olacaktır.” diye konuştu.

Abdûlmuttâlib, bu mes’ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti; ayrıca, şehrin her mahallesinde develer kurban ederek, insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.

Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (s.a.v.)

Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:

“Muhammed…”

“Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?” dediler.

Cevabı şu oldu:

“Allah’ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!”

Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah’ın, insanların ve meleklerin senasına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz îmanı, irfanı, ibâdeti, sadâkati, takvası, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlakıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına erişecek hiçbir fânî olmamış ve olamaz.

Peygamberimizin Hayatı / Salih Suruç

  1. Kastalânî, El-Mevahibû’l-Ledünniyye, c. 1, s. 21. ↩︎
  2. Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 21. ↩︎
  3. İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 166; İbni Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 102; Taberî,Tarih, c. 2, s. 125. ↩︎
  4. Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 22. ↩︎
  5. Kadı İyaz, Şifa, c. 1, s. 267. ↩︎
  6. Buhari, Sahih, c. 1, s. ↩︎